Pir’in Kemâlâtının Yeni Bir Tecelligâhla Buluştuğu Gün: ŞEB-İ ÂRÛS
İki yıl önce bugün, 12 Nisan 2011’de Pir, Davud Yılmaz (k.s.) Hazretleri Hakk’a yürüdü. Anlatmak adına böyle kelimeler kullanıyoruz; Hakk’a yürüdü, o oldu, bu oldu diye…
Anmak, hatırlamak, unutmamaya çalışmak, ölüm yıldönümü… Bunlar samimiyetsiz sözler. Bunların, bu söylediğim kelimelerin samimiyetle bir alâkası yok batına göre. Kimi anacağız? Aramızda olmayan birini… Kimi hatırlayacağız? Aramızda olmayan birini… Kimi unutmamaya çalışacağız? Aramızda olmayan birini… Bakın kelimelerin hepsi samimiyetsiz, hepsi makamsız, ama konuşmak adına bunları söylüyoruz. Peki biz pazar günü hep beraber zahir mezarını ziyarete gitmeyecek miyiz? Elbette ki gideceğiz. Vasiyeti bu deyip, gideceğiz; baklavamızı da dağıtacağız tabii ki. Ama biz Pir’i anmak adına bir şey yapmıyoruz. Hatırlamak adına da bir şey yapmıyoruz. Unutmamak adına da bir şey yapmıyoruz. Yılda bir defa değil onunla bizim işimiz. Biz “anda”, “onunla” olmaya çalışıyoruz; “anda”, “o” olmaya çalışıyoruz, bizim işimiz bu. Diğerlerinin hepsi Pir’den de onun anlatmaya çalıştığından da uzak şeyler.
Kâbe’deki en büyük dört put nasıl oluşmuş, size onu anlatayım. Dört tane Allah’ın velisi varmış; dördü de aynı dönemlerde yaşıyorlarmış. Bir gün ölmüş bunlar. Ölünce o andaki talebeleri, “güzel bir mezar yapalım, işte mermerler, şunlar, bunları kullanalım…” demişler ve mermerden mezarları yapmışlar. Sonraki kuşak, “Ya bu mezar olmaz; bunun etrafına duvarlar yapalım, türbeler yapalım…” demiş. Türbe gibi yapmışlar mezarları. Sonraki kuşak, “O da yetmez, içerisini parlatalım…” demiş ve içerisini pırıl pırıl yapmışlar. Sonraki kuşak, “Bunlar da yetmez, biz bunların heykelini yapalım…” demiş. Ondan sonraki kuşak da onlara tapmaya başlamış. Sonra da Kâbe’ye koymuşlar yaptıkları putları. Kâbe’deki üç yüz altmış beş tane putun en büyük dört tanesinin hikâyesi budur. Onları Kâbe’ye koymuşlar ve sonra da Allah’a yakınlaştırıcı olarak tapmışlar. Biz öyle yapmıyoruz; bizim her şeyimiz mevcut. Anlıyorsunuz siz ben böyle söyleyince, ben şimdi size ne diyeyim bununla ilgili?…
İnsan-ı kâmillere ölüm diye bir şey yoktur…
Şeb-i ârûs ne biliyor musunuz? Mevlânâ Hazretleri, “Şeb-i ârûs, benim düğün günüm, Hakk’la buluştuğum gündür.” diyor. Pir’in Şeb-i ârûs’u, iki sene evvel 12 Nisan’da idi. Şimdi “Şeb-i ârûs” diyorsunuz, “Hakk’a yürümek” diyorsunuz, “Hakk’la buluştuğu gün” diyorsunuz. Bu tanımlarda bir mevhum var. Bütün bu tanımlar bizim sohbetlerimize uyuyor mu? Uymuyor, ama edeben böyle anlatılıyor diye anlatıyoruz biz de. Aslında Şeb-i ârûs , o değil arkadaşlar. Şeb-i ârûs , Pir’in kemâlâtının yeni bir tecelligâhla buluşmasının günüdür. Mevlânâ Hazretleri’nin kemâlâtının, yeni tecelligâhıyla buluşmasının günüdür Şeb-i ârûs. Onun için düğün günüdür. İnsan-ı kâmillere ölüm diye bir şey yoktur. Onların kemâlâtları, yeni tecelligâhla buluşurlar; Şeb-i ârûs budur. Ama onlar hep düğün günlerinde yalnız kalmışlardır. Çünkü, o kemâlât yeni tecelligâhıyla buluştuğunda, onlarla birlikte düğün halayı
çekenlerin çoğu olmaz. Çoğu tanımaz onları. İnsan-ı kâmiller de üzülür; o kemâlâtın yeni tecelligâhta tanınmadığı için, yalnızlığa mahkum oldukları için… Şeb-i ârûs, bu. Kimse göklerde bir yerde bir şey aramasın. Düğün günü o halay çekiliyor, bir bakıyor ki düğün gününde yapayalnız kalmış. Çünkü o, bir tarafta; düğün halayı başka bir tarafta; yok sen baş olacaksın, yok ben baş olacağım derdinde…
İnsan-ı kâmiller, düğün günlerinde hep yalnız kalırlar…
Neymiş arkadaşlar Şeb-i ârûs? Davud’un kemâlâtının, yeni tecelligâhıyla buluştuğu gün… Ölüm diye bir şey yok. Ortada Allah’tan başka bir şey yok ki biriyle buluşsun. İnsan-ı kâmiller hep düğün günlerinde yalnız kalırlar. Çok az insan olur etrafında, çok az… Kemâlâtın beş ton mermerden dile gelme şansı var mı? Şeb-i ârûs, bu işte. Zaman zaman hep söylüyorum: “Mevhum değildir; mevcuttur, ama şekilsizdir.” diye. O kemâlât, yeni bir tecelligâh buluyor; oradan; fiillerinden, sıfatından ve zâtından çıkmaya başlıyor. Şeb-i ârûs, o işte.
O yeni tecelligâhtaki kemâlâtı bulamazsan gideceğin bir tek yer var; mevhum…
Pir, onu mezarda arayanların nasıl darmadağın olduklarını, nasıl sağa sola kaçıştıklarını, hepsinin kıyametinin nasıl koptuğunu izliyor. O yeni tecelligâhtaki kemâlâtı bulamazsanız gideceğiniz bir tek yer var; mevhuma gidersiniz, tarikata düşersiniz, başka hiçbir yere gidemezsiniz!… O tecelligâhı bulamazsanız, o kemâlâtı bulamazsanız meslekten gidersiniz!… Gidip, zahir mezarın başında edeben yapılan ziyaretten bahsetmiyorum. Gerçekten orada arayanlara, zahir mezarın başında ağlayanlara Pir de buradan ağlıyor. Ben ağlıyorum…
Mevhuma gittiniz işte. Ne yapacak? Zahir mezardan yeşil ışıkla çıkıp, şekillenip size Matriks’teki gibi bir şey mi anlatacak? Yapmayın, etmeyin… Hepimiz aklı başında insanlarız. İşte bunlar, vicdan oluşmayanlar. Vicdan oluşmadığı zaman o kemâlât olmuyor; olmayınca tanımıyor onu. “Oğlum, ben sana sohbet edeceğim, ama sen beni tanımayacaksın…” diye yıllarca söyledi, yıllarca söyledi bunu Pir.
Şeb-i ârûs, düğün gecesi… Nasıl anlatıyorlar? Kendine bir mezar buluyor, oraya gidiyor; işte bu, Şeb-i ârûs. Ama bu mezardan, yeni tecelligâhından bahsediyor, o mermerden yapılmış zahir mezardan değil. Bir çok Allah’ın velisi, bir çok ilahide, “Ölen hayvandır…” demiyor mu? O zaman, mürşidini öldürdüğün zaman ne yapmış oluyorsun?… “Adü” diyor ya ilahilerde; “adü”, konuşan hayvan demek, be adü… Mürşidini öldüren, hayvandır; hayvandan aşağıdır. Öyle diyor Allah’ın velisi, öyle demiyor mu? “Ölen hayvandır…” diyor. Açık açık ilahilerde bunu söylüyor, siz nasıl öldürürsünüz? Ama vicdan olmayınca işte hayvandan aşağı…
Böyle işte… Şeb-i ârûs’ta, düğün gecesinde hep insan-ı kâmiller yalnız kalırlar. Kimisini yaptığı camiye almazlar, kimisini yaptığı derneğe… Alışmış onlar yalnız kalmaya. Tekrar başlar onlar; bir daha başlar, bir daha başlar, bir daha başlar… Tecelli böyle…