İnsan-ı Kâmil:
Bütün zıtları bir potaya koyup eritir.
Ne küfürle mukayettir ne imanla.
Ne dine bağlanmıştır ne mezhebe.
Fakat uzlaştırıcı bir tabiatla zahiri de korur.
İşlerini ve sözlerini inceleyen, hakkında tam bir kesin hükme varacaksa bu hükme büsbütün aykırı başka bir işine, başka bir sözüne rastlar. Yine de her işi yerindedir.
Her sözü kime söyleniyorsa onun haline ve derecesine uygundur.
Zıtları birleştirmede tanrılığı gösterir, kullukla efendiliğini izhar eder.
Fakat renksizlik alemini yurt edinmiştir, şekilsizlik şeklini benimsemiştir.
Aktığı yerin rengini alır, geçtiği arkın şeklini gösterir.
Yatağını da kendi kazar, geçidini de kendi yapar.
Hz. Mevlânâ
Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevi’sini okuduğunuz zaman söylediği bir tek şey vardır: “Ey yolcu, bu iş rehbersiz olmaz! Git, bir rehber bul!”
Celâleddîn-i Rumî, Şems Hazretleri gelmese Mevlânâ olmazdı. İşte bundandır ki tüm eserlerinin özünde de aynı şeyi söyler: “Şems yaşıyor; git, onu bul!” Bu söylediği, aklın ötesi bir söz değil mi? “Git, Şems’i bul, sultanı bul!”
Mevlânâ Hazretleri, yukarıdaki dizelerde insan-ı kâmili, kendine has bir şekilde, farklı bir söyleyişle anlatmıştır. Bu öz anlatımı ile sultanı arayanlara, onun nasıl yaşadığını, nasıl hareket ettiğini anlatarak sultanı tarif etmiştir.
Mevlânâ Hazretleri’ne göre insan-ı kâmil:
Bütün zıtları bir potaya koyup eritir!
İnsan-ı kâmil, bütün zıtları bir potaya koyup eritir. Yani insan-ı kâmilin ne karası vardır ne beyazı; gri de yoktur onda. ‘Pota’ diye sembolize edilen, ef’âl potası, yani Ef’âl Makamı bilincidir: Lâ Fâile İllâllah; Her Fiilde Faal Allah!
Tüm zıtlar, “Her Fiilde Faal Allah” bilincinin (Ef’âl Makamı) altında kalır: İyi, kötü; güzel, çirkin; iniş, çıkış; cennet, cehennem… Hiçbir şey kalmaz o potada. İnsan-ı kâmil, tüm zıtları o potada eriterek yaşar.
Ne küfürle mukayettir ne imanla!
İnsan-ı kâmil, ne küfürle mukayettir ne imanla. “Allah, küfür üzeredir.” ya da “Allah, imanlıdır.” diyebilir misiniz? Nasıl ki Allah bir yere tenzih edilemezse insan-ı kâmil de bir yere tenzih edilemez. Daha ilk derste (Ef’âl Makamı) her fiilde faal olan, Allah değil mi?
Şems Hazretleri, Celâleddîn-i Rumî’ye: “Seni talebe olarak kabul ederim, ama Konya’nın merkezindeki meyhanede benimle karşılıklı oturup şarap içeceksin.” diye şart koşar. Şems Hazretleri koyduğu bu şart ile aslında Celâleddîn-i Rumî’nin kafasındaki sınırları, tenzihleri, teşbihleri daha talebeliğine kabul ederken kırmaya çalışmıştır. İşte bu anekdotta da anlatıldığı üzere insan-ı kâmili hiçbir yere koyamazsınız, sınırlayamazsınız, kayıtlayamazsınız!
Ne dine bağlanmıştır ne mezhebe!
İnsan-ı kâmil, ne bir dine ne bir mezhebe bağlıdır. İnsan-ı kâmilin mezhebi olmaz! Kimi şeriat ehline; “Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hangi mezheptendi?” diye sorsanız: “Bütün mezheplerin şartlarını uygulardı.” diye yanıt alabilirsiniz. Ancak Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yaşarken mezhep diye bir şey yoktu. Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) çok sonra onun hareketlerini farklı yorumlamaktan mezhepler doğmuştur.
Bir gün Hazreti Ayşe, evde Peygamber Efendimizle (s.a.v.) namaz kılıyormuş. Bir şeye ihtiyacı olur mu diye Hz. Ayşe’nin gözü her saniye Peygamber Efendimizin (s.a.v.) üzerindeymiş. Namaz kılarken görmüş ki Peygamber Efendimizin (s.a.v.) alnından biraz kan akıyor; hemen gitmiş, silmiş kanını. Namaz bittikten sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gitmiş, abdest tazelemiş. Bu olay din âlimleri tarafından farklı farklı değerlendirilmiştir. İmâm-ı Âzam Ebu Hanîfe Hazretleri “Peygamber Efendimiz alnı kanadığı için abdestini tazeledi, dolayısıyla kan abdesti bozar.” diye yorumlamıştır. İmam Şafiî Hazretleri de “Peygamber Efendimize kadın eli değdiği için abdesti bozuldu.” diye yorumlamıştır. Bugün mevcut mezheplerde daha buna benzer pek çok konuda pek çok farklı yorum sözkonusudur. Günlük hayatta bu yorumlarla yaşamak çok zordur. İşte Peygamber Efendimizden (s.a.v.) sonra ortaya çıkan tüm bu mezhepler, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) dini değildir! Peygamber Efendimizin (s.a.v.) dini, farklı! Dolayısıyla Mevlânâ Hazretleri bu hakikati, “insan-ı kâmil ne dine bağlanmıştır ne mezhebe” sözleriyle dile getirir. İnsan-ı kâmiller, “Müslüman” değil; “Misli iman”dır.
Fakat uzlaştırıcı bir tabiatla zahiri de korur!
İnsan-ı kâmil zahiri korur. Çünkü o sultan bilir ki ortada Allah’tan başka hiçbir şey yok! Biz baktığımızda telefon görürüz, kitap görürüz, beyefendi görürüz, hanımefendi görürüz… O sultan, o insan-ı kâmil ise sadece Hakk görür!
İşte baktığını sadece Hakk gören, zıtları bir potada eriten, din ve mezheple bir yere bağlanmayan o sultan ne yapar? Uzlaştırır! Adeta rüzgâr gibidir; estiği zaman balkondaki bütün çamaşırları kurutur; bu, Ahmet’in; bu, Mehmet’in; bu, Müslümanın; bu, Hristiyanın; bu, iyi insanın; bu, kötü insanın çamaşırı mı diye sormaz. Adeta yağmur gibidir; yağdığı zaman bu, Yahudinin; bu, Müslümanın; bu, iyi adamın; bu, kötü adamın tarlası diye ayırt etmez, tüm toprağa yağar. İşte insan-ı kâmiller, uzlaştırıcı bir tabiatla zahiri korur. Ayette de “muhakkak ki uzlaştırıcı, sırat-el müstakim bulur” der insan-ı kâmil için.
İşlerini ve sözlerini inceleyen, hakkında tam bir kesin hükme varacaksa bu hükme büsbütün aykırı başka bir işine, başka bir sözüne rastlar. Yine de her işi yerindedir.
İnsan-ı kâmilin işlerini ve sözlerini inceleyen biri, onun hakkında tam bir kesin hükme varacaksa bu hükme büsbütün aykırı başka bir işine, başka bir sözüne rastlayabilir. İnsan-ı kâmil sabahki sohbetinde beyaz dediğine, öğleden sonra yaptığı sohbette siyah diyebilir. Çünkü insan-ı kâmiller talebelerini irşat ederken onların içlerini görür ve her biri için kişiye özel farklı şeyler söylerler. Eğer bir insan-ı kâmilin meclisinde soru soracaksanız içinizden sorunun cevabını alırsınız, herkesi kendi içine göre cevaplar. İşte bu yüzden insan-ı kâmil, küllî akıl; cüzî akılla takip edilemez, yorumlanamaz.
Her sözü kime söyleniyorsa onun hâline ve derecesine uygundur.
İnsan-ı kâmiller, insanları gördüğü zaman onların hâllerini, derecelerini, içlerini bilirler. İnsan-ı kâmillerin sohbetlerinde zahiri olarak soru sorulmaz. Aklınızdan geçen soruyu içinizden sorun, o size cevap verir. Zaten sözlü iletişim, en ilkel iletişim şeklidir. Vücut dili, gönül dili hepsinin üstündedir.
Zıtları birleştirmede tanrılığı gösterir!
Zıtları birleştirmede tanrılığı gösterir. İnsan-ı kâmil zıtları nasıl birleştirir? İnsan-ı kâmil, daha ilk derste (Ef’âl Makamı) size verdiği “Her Fiilde Faal Allah” zikri ile göklerdeki Allah’ı gözünüzün önüne getirir. Kafanızın arkasında yarattığınız Allah’ı, “Her Fiilde Faal Allah” zikri ile mevcutlaştırır. Hazreti Ali’nin, “Ben görmediğim Rabb’e iman etmem!” sözünde işaret ettiği üzere Allah’ı görünür hâle getirir. Böylelikle daha ilk dersle birlikte zıtlar birleşmeye başlar.
Zıtları birleştirmek, öyle herkesin yapabileceği bir şey değildir. Mesela, birine kızdınız mı onu nasıl bir kuyu kazayım da atayım diye uğraşıp durursunuz. Birini sevmediniz mi yüzüne bakmazsınız; en azından kötülük yapmasanız bile şeytan görsün yüzünü dersiniz, arkanızı dönüverirsiniz. Ama insan-ı kâmil asla öyle yapmaz. İşte bu yönüyle zıtları birleştirmede tanrılığı gösterir.
Kullukla efendiliğini izhar eder!
İnsan-ı kâmillere, “Efendi” diye hitap edilir. Efendi, insana hizmet eden anlamındadır. Hizmet de bir şekilde olur; öldürüp, diriltmekle; yani talep edeni, Allah’tan başka bir şey olmadığı bilincine getirmekle; diğer bir deyişle Mevlânâ Hazretleri’nin, “İnsan bir gözdür, görüştür.” dediği hâle getirmekle.
İnsan-ı kâmillerde talep edeni öldürüp, diriltecek cezbe vardır; ancak o cezbeye takılan ölüp, dirilir. Mevlânâ Hazretleri makamları hep öz cümlelerle anlatmıştır: “İnsan, bir gözdür, bir görüş, bir bilinçtir!” sözü ile Cem makamı’nı anlatırken; “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol!” sözü ile de Zat Makamına işaret eder ki Fenâfillah bilincine ulaşmadan bu sözde anlatıldığı gibi olabilmek mümkün değildir.
“İnsan-ı kâmil, kullukla efendiliğini izhar eder.” sözünü tam olarak anlayabilmek için sultana gelip, tabi olmak gerekiyor. İlk derste size “Her Fiilde Faal Allah” zikri ile bu zıtları bir potada nasıl eriteceğinizi size öğretir; size yaşatır. İlk derste ne ananız babanız ne çocuğunuz ne eşiniz ne bakkal ne kasap ne kedi köpek ne çiçek kalır. Bütün bunlarda faal olanın, Allah olduğunu en azından ilmel insan-ı kâmilden, sultandan duymuş olursunuz.
“Efendiliği izhar etmek”; insan-ı kâmile biat edenlere, rapt olanlara Allah ile Allah olmayı, bunun nasıl yaşanacağını sadece göstermek değil, aynı zamanda yaşatmak demektir. İşte bu öldürüp, diriltme süreci, insan-ı kâmilin efendiliğini izhar etmesidir.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.), “Ölmeden önce ölünüz!” hadisindeki ölümü tadabilmek ancak insan-ı kâmillerle mümkündür; ancak o Şemsler insanları öldürüp, diriltebilirler. Ölüp dirilmeden de o zıtları bir potada eritebilmek; baktığını baktığı anda Hakk görebilmek söz konusu değildir. Böyle olmadığı zaman işte o boyutun, yani Ef’âl bilincinin altındasınız demektir. O karaydı, o beyazdı, o iyiydi, o kötüydü… Ben haklıyım, o haksız… İnsan-ı kâmiller, haklı dediğiniz yerdeki o ‘l’ ve ‘ı’ yı ortadan kaldırmaya; haksız dediğiniz yerdeki ‘s’, ‘ı’ ve ‘z’ yi; o üç harfi ortadan kaldırmaya çalışır. O ‘l’, ‘ı’ ve ‘s’, ‘ı’, ‘z’ yi ortadan kaldırmak bir ömre bedel olabilir. İşte bunlar ortadan kalktığı zaman ortada sadece Hakk kalır.
Cehennem öbür tarafta değil; cehennem sizin içinizde. İçimizdeki zıtlar bizi yakar, kavurur, mahveder. Sultan, zıtları potada eritecek o zikri verir ve sır başlar. Sultanın, diğer bir deyişle rehberin vereceği sırları hayata geçirmenin bir tek yolu var: Aşk; ilâhi aşk! O cüzî aşkı ilâhi aşka çevirmenin tek yolu, rehberden çıkan o ilâhi aşkın talebeden zuhur etmesidir. Ancak o rehberin, o insan-ı kâmilin soyunun muhakkak hüccetle gelmesi gerekir. Çünkü Seyyid Muhammed Nur-ül Arabî Hazretleri, tarikatları ortadan kaldırarak; “Kevnî keramet bitmiştir, ilmî keramet başlamıştır.” diyerek makamları ilimle insanların algılayabileceği şekilde sistemleştirmiş ve bunu da belgeye (hüccet) çevirmiştir. Yaklaşık yüz doksan yıldır Peygamber Efendimizin (s.a.v.) dini, bu yolla insanlara anlatılmaktadır. O sokaktaki kayıtlı din, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) dini değil; Muaviye’nin dinidir. Mevlânâ Hazretleri, Mesnevi’de de bunu yer yer, ama kapalı söyler; “Ahmed’i bul!” der. Ahmed’in dini, hüccetli Melamî insan-ı kâmilleri tarafından insanlara anlatılır, zevk ettirilir.
Mesnevi’yi okuduğunuzda size der ki: “Ey yolcu, aklını kullanmadan Allah’ı bulman söz konusu değildir; ama aklınla bulduğun da Allah değildir! Bunun için bir rehbere ihtiyacın var!” Yunus Emre de bunu başka türlü anlatmış: “Cennet cennet dediğin biraz kevser şarabıyla birkaç huri; isteyene ver Allah’ım, bana seni gerek seni!” Bu, “bana seni gerek seni” kısmı, hüccetli Melâmî insan-ı kâmillerinde!
Kur’an’ı, Mesnevi ışığında okuyup araştırırsanız şunu görürsünüz: Aslında Kur’an, Allah’ı tarif etmez; insan-ı kâmili tarif eder. Çünkü Allah’ın tarife ihtiyacı yok. İnsan-ı kâmile gittiğiniz zaman size Kur’an’ın sırrını öğretir. İşte bu acayip karayip bir iş ve bunun için de aklı, cüzî aklı bırakmak gerekir.
Gidip bir insan-ı kâmile biat edeceksiniz ve onun dediğini yapacaksınız. Bu duruma, bunun özünü bilmeyenler hemen “Kula kulluk olur mu?” diye itiraz ederler; itiraz eden cüzî akıldır. İşte bu itiraz edenler, yüzyıllarca önce yaşamış Yunus’a saygı duyarlar, şiirlerini, ilahilerini büyük bir zevkle okurlar, ama bakmazlarki Yunus, Yunus olabilmek için Taptuk’un elini öpmüş ve kırk yıl odun taşımıştır. Hem Yunus bir ilahisinde açıkça demiyor mu “Taptuk’un tapusunda, kul oldum kapısında.” diye. Bir başka Allah’ın velisi, zengin bir hükümdar olan İbrahim Ethem Hazretleri de onca gücü, onca zenginliği bırakıp, gidip Fakirullah Hazretleri’ni bulur ve “Beni kabul et!” der. Fakirullah Hazretleri, onca zenginliği, hükümdarlığı bırakıp gelen İbrahim Ethem’e “o halde odun taşıyacaksın bize” diye buyurur ve İbrahim Ethem’de bulduğu sultanın emrini tutup karşıki dağdan odun taşımaya başlar. Peki ya Celâleddîn-i Rumî’yi, Mevlânâ yapan Şems? Onun da bir mürşidi var, onun da bir sultanı var. Bir gün bir mürşit meclisinde bulunanlara demişki: “Konya’da Celaleddin Rumî diye biri var; onun irşat edilme vakti geldi. Birinizin gitmesi gerekiyor. Kim gidecek?” Tebrizli Şems hemen atılmış, parmak kaldırmış. Aslında insan-ı kâmilin meclisinde parmak kaldırmak büyük edepsizlik. Çünkü bu hareket, “ben giderim” demek ve bu da “talep etmek” demektir. Bunun üzerine Şems’in mürşidi de demiş ki: “Başlı gidip, başsız gelesin.” Biliyorsunuz Şems’in Konya’dan dönüşü olmamış. Allah’ın velilerinden bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün.
İşte bu rehber, sultan, insan-ı kâmil; “kula kulluk edilir mi” diye söyleyenlerin anladığı, anlattığı anlamda kul değildir. Onun kulluğu, Mevlânâ Hazretleri’nin, “Ben, Muhammed’in bendesiyim, onun bastığı yerin, ayağının altındaki tozuyum.” sözü ile anlattığı bir kulluktur ki ayette de[1] “Ya Muhammed, sana biat eden bana biat etmiştir; senin elinin üstünde benim elim vardır.” diye anlatılmıştır. İşte böylesi bir kulu, sultanı bulduğunuz zaman kurtuluşunuz mümkün olur. Şems Hazretleri, günü gelince terk edip gider; Mevlânâ Hazretleri mahvolur. Bir gün biri der ki: “Ya Mevlânâ, ben batı kapısından geliyorum, Şems’i gördüm. Konya’nın batı kapısından girdi, sana geliyor.” Hemen çıkartıp cübbesini verir Mevlânâ Hazretleri. Yanındakiler derler ki: “Efendim, bilmiyor musunuz Konya’nın en yalancı adamıdır, yalan söylüyor size.” Mevlânâ Hazretleri bunun üzerine der ki: “Biliyorum yalan söylüyor onun için cübbemi verdim; doğru söylese canımı vereceğim ona.” İşte böylesi bir aşk olmadan kurtuluşa ulaşabilmek, Allah ile Allah olabilmek, baktığını baktığın anda Hakk görebilmek mümkün değil. Onun için muhakkak bir rehbere, bir sultana ihtiyaç var! Bir insan-ı kâmile, rehbere tabi olmadan, o rehberin sultan olduğunu anlayamazsınız. Bunun da bir tek yolu var: Aşk; ilâhi aşk!
Fakat renksizlik alemini yurt edinmiştir, şekilsizlik şeklini benimsemiştir.
Aktığı yerin rengini alır, geçtiği arkın şeklini gösterir.
Yatağını da kendi kazar, geçidini de kendi yapar.
[1] Fetih 10

Copyright © 2025 | All Rights Reserved.