Gönlümün baharı açıldı, bu deryaya dalanlar gelsin
Küntü kenz hazine oldum, irfan isteyenler gelsin
Ledün ilmine gark oldum, aşina olanlar gelsin
Sevgiden vecde geldim, gönülden ahzeden gelsin
“Mutu kable ente mutu”dan nuş edenler gelsin
Can pahası bu meydan, canına kıyanlar gelsin
Terennüm edip merdanı, gönül erleri gelsin
Çekip tevhid kılıncını, şehid olanlar gelsin
İçip sekâni şaraptan, bir ana dolanlar gelsin
Varıp likanın Zâtına, hayrete düşenler gelsin
Kurb-u ferâiz bahtına, “Enel Hakk” diyenler gelsin
Kurb-u nevafil karabet, iştiyak olanlar gelsin
Ezeli ervahtan nasib alıp, belâ diyenler gelsin
Namusu arı bırakıp, benliğinden geçenler gelsin
Varlığını talan edip, Hakk varlığı giyenler gelsin
Mukarrabîn namın alıp, halkı zahir görenler gelsin
Gözden perdeyi kaldırıp, Muhammedî olan gelsin
Nübüvvete vasıl olup, gerçek şeriatı bilen gelsin
Her fiilde fail olup, abes bir şey görmeyen gelsin
Bugün Ahmed ben olmuşum, Hakk’a iman eden gelsin
Tazeleyip imanını, taklit imana kanmayan gelsin
Hep cümle âlemin halkı, isterim mahrum kalmasın
Hepsi şâduman olsun, canları tevhid ile dolsun
Bu bir dâd-ı Hakk’tır bilin, nerde bulursanız alın
Davud söyler sanırsın, Hakk sesidir, duyan duysun
Ehadiyet yetim malı, Muhammed’den hüccet olsun
Burda söz yoktur kimseye, bu öğütten alan alsın
Daimi namaz farz olmuş, sinesinde kılan kılsın.
Gönlümün baharı açıldı, bu deryaya dalanlar gelsin
Ef’âl, Sıfat ve Zât makamlarının bilinçlerini hayata geçirip, Fenâfillâh bilincine ulaşmak, ancak ve ancak hüccetli bir Melâmî insan-ı kâmili ile mümkündür. Davud Yılmaz (k.s.) Hazretleri de “Gönlümün baharı açıldı” ifadesiyle Ef’âl, Sıfat ve Zât makamlarının bilinçlerini zevk ettirecek, hayata geçirtecek olanın kendisi gibi hüccetli bir ehâd-i seyir Melâmî insan-ı kâmili olduğuna dikkat çekerek, “… bu deryaya dalanlar gelsin” ifadesiyle de talep edenleri kendisine, hüccetli bir Melâmî insan-ı kâmiline biat etmeye davet ediyor.
Küntü kenz hazine oldum, irfan isteyenler gelsin
“Küntü kenzen mahfiyen” (Küntü Kenzen mahfiyyen feahbebtü en u’refe fe’halaktül halk-â Li u-refe); “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi diledim. Onun için bu halkı ve âlemleri, bu çokluğu yarattım.” hadis-i şerifinde işaret edilen “Küntü kenz hazineleri”, Ef’âl, Sıfat ve Zât makamlarının bilinçleri; diğer bir deyişle Fenâfillâh bilincidir. Asıl irfan, ledün ilmidir; bu makam bilinçleridir. İnsanları bu bilince ulaştırabilecek olan, o irfanı verebilecek olan yine o bilince ulaşmış, irfan sahibi bir insan-ı kâmildir. Pir, bu irfanı isteyenlere de bir davette bulunuyor.
Ledün ilmine gark oldum, aşina olanlar gelsin
İnsan-ı kâmil, “Mürşit” demektir; aynı zamanda “Ledün ilmi” demektir. Ledün ilmini, ancak o ilimle yoğrulup, o ilimle bir olmuş (gark olmuş) bir insan-ı kâmil, yani mürşit anlatabilir.
Davud Yılmaz (k.s.) Hazretleri, “Ledün ilmine gark oldum” diyerek o ilmin kendisinde olduğunu açıkça söylemektedir. Dizenin devamında, kırk yıl düşünüp de ifade edemediklerini insan-ı kâmile gelip, ondan duyanlara, yani onun özüne aşina olanlara da “Aşina olan gelsin” diyerek bir davette bulunuyor.
Sevgiden vecde geldim, gönülden ahzeden gelsin
Davud Yılmaz (k.s.) Hazretleri, “Sevgiden vecde geldim” diyerek, ledün ilminde yok olup, artık “Sevgi” olduğunu ifade edip, bu sevgiyi duyanları, samimiyetle bu sevgiyi talep edenleri hüccetli bir Melâmî insan-ı kâmiline davet ediyor. Bu ifadeleri ile davet ettiklerine bu davetin sonunda gelinecek noktanın, kendisi gibi “Sevgi” olmak olduğu müjdesini de vermektedir.
“Mutu kable ente mutu”dan nuş edenler gelsin
Peygamber Efendimiz’in “Mutu kable ente mutu-ölmeden önce ölünüz” hadis-i şerifinde işaret ettiği Fenâfillâh bilincine ulaşmak için Ef’âlini Ef’âl-i Hakk’a, Sıfatını Sıfat-ı Hakk’a, Zâtını Zât-ı Hakk’a bezletmek; diğer bir deyişle tüm fiillerin, sıfatların ve vücutların Hakk’a ait olduğu bilincine ulaşmak gerekir. Ancak bu makam bilinçlerinin zevkine varıp (nûş edip), yaşamlarına geçirenleri kendisine; kendisi gibi hüccetli, ehad-i seyir bir Melâmî insan-ı kamiline davet ediyor.
Can pahası bu meydan, canına kıyanlar gelsin
Hakikat boyutundaki seyr-i sülûkta, Allahın velilerinin canına kıymak olarak ifade ettikleri zevk hali, salikin Allahtan başka hiçbirşey olmadıgı bilincine ulaşma halidir. Pirin ilahisinde belirttiği can pahası, Ef’âlini Ef’âl-i Hakk’a, Sıfatını Sıfat-ı Hakk’a, Zâtını Zât-ı Hakk’a bezlederek yani, seni sen yapan, sana ben dedirten her şeyin bilincinde ortadan kalkması halidir.
Terennüm edip merdanı, gönül erleri gelsin
Fenâ makamlarının ikinci basamağı olan Sıfat makamında sâlik, tüm fiillerin ve sıfatların Hakk’a ait olduğu bilincine ulaşır (terennüm eder). Sıfat makamında, ilahi aşk sâlikte kendisini daha fazla hissettirir ve bu aşka düşen sâlik canından geçme sürecinin yani “Allah’tan başka bir şey olmadığı” bilincine ulaşma sürecinin sonuna yaklaşır. Tüm fiillerin ve sıfatların Hakk’a ait olduğu bilincine ulaştığında insan-ı kâmilin kemâlâtını almaya ve rehberliğinde ilerlemeye hazır olma durumuna ulaşır ki Davud Yılmaz (k.s.) Hazretleri bu durumdaki sâlikleri “Gönül erleri” olarak tanımlayıp, onlara da “… gönül erleri gelsin” diyerek bir davette bulunuyor.
Çekip tevhid kılıncını, şehid olanlar gelsin
Tevhid kılıcı; Fenâ makamlarının bilinç seviyeleridir. Diğer bir deyişle Lâ Fâile İllâllah (Ef’âl makamı bilinci), Lâ Mevsufe İllâllah (Sıfat makamı bilinci), Lâ Mevcude İllâllah (Zât makamı bilinci) birer tevhid kılıcıdır. Sâlik, insan-ı kâmil tarafından kendisine verilen bu makam bilinçlerini, sadece kendi bilincindeki yükseliş (şehid olmak) için kullanabilir. Pir bu dize ile de tevhid kılıçlarını (Fenâ makamları bilinçlerini) şehid olmak üzere kullananlara, yani Fenâ makamlarının bilinçlerini yaşamlarına geçirerek, Allah’tan başka mevcut bir şey olmadığı bilincine ulaşıp, bu bilinçle yaşayanlara da bir davette bulunuyor. İlgililerine önemle bildirilir ki, bu La kılıcı sadece taşıyanı keser.
İçip sekâni şaraptan, bir ana dolanlar gelsin
“…….. ve sekâhum rabbuhum şarâben tahûrâ(tahûren). Rableri onlara tertemiz bir içki sunmaktadır”ayetinde[1] işaret edilen “Sekâni şarap”, hakikat boyutunda “İlâhi aşk şarabı” olarak ifade edilir ve ancak hüccetli bir Melâmî insan-ı kâmili tarafından talep edenlere sunulur. Sekâni şarap ifadesi ile sembolize edilen makam bilinçleridir ki sâlik biat ettiğinde Ef’âl makamında içmeye başladığı bu şaraptan; Sıfat ve Zât makamlarında da içmeye devam eder. Fenâ makamlarının bilinçlerinin yaşama geçirilmesi (şarabın içilmesi) sürecinin sonunda sâlik bir “an”a ulaşır ki o an, Allah’tan başka mevcut bir şey olmadığı (Fenâfillâh bilinci), ne yana bakılsa O’nun bir yüzünün olduğu (Semmevechullah-Cem makamı bilinci) bilincine ulaşıldığı “an”dır. Pir, bu duruma gelen sâliklere de bir davetle sesleniyor.
Varıp likanın Zâtına, hayrete düşenler gelsin
Bir sâlikin Ef’âl, Sıfat ve Zât makamlarının bilinci ile tüm fiilleri, sıfatları ve vücutları seyreder duruma geçtiğinde, gördükleri karşısında hayrete düşmemesi olası değildir. Tıpkı, bilindiğinin aksine, karıncaların yuvalarına taşıdıkları her türlü besini olduğu gibi depolayıp, sonra yemek yerine; yerin altında oluşturdukları tarla misali bir alanda bekletip, onlarda türeyen mantarla beslendiklerini öğrenince düşülen hayret gibi. Bu örnekte de görüldüğü gibi ekmek kırıntısı, sinek ölüsü vb. besinleri tüm kış boyu bekletip, yemek yerine o besinlerden üreyen mantarlardan taze taze beslenen karıncalardaki ilme bakıp, hayrete düşmemek gibi bu gerçekliği, yerin altındaki neredeyse milimetrik büyüklükteki karınca yuvasına çubuk misali bir kamera ile ulaşıp, izleyicilere belgesel film aracılığıyla ileten bilim adamlarındaki ilmi görüp, hayrete düşmemek de elde değildir. İşte çevrede tüm olup, biteni ve eşyayı bu bilinçle seyredebilen bir kişinin evrendeki mucizevi oluş ve denge ile ilgili hayrete düşmemesi olası değildir.
Allah’tan başka bir şey olmadığı bilinciyle yaşamaya başlayan bir sâlikin bu bilinçle seyirde gördükleri karşısında düştüğü hayretten neredeyse gözüne uyku girmez. Nereye baksa Allah’tan başka bir şey olmadığını ve O’nun büyüklüğünü görür; O’nun sınırsızlığını görür; O’nun hayatının güzelliğini görür; O’nun ilminin sınırsızlığını görür; O’nun iradesini görür; O’nun kuvvetinin sınırsızlığını görür. Bu bilinç seviyesinde tüm bunları gören Hakk’tır; “kendinden kendine” gözüyle görür; kelâmıyla söyler, kulağıyla duyar. Çünkü bu bilinç seviyesine ulaşan sâlik için kendi fiilleri, sıfatları ve vücudu da dahil olmak üzere tüm fiiller, sıfatlar ve vücud Hakk’tır. Davud Yılmaz (k.s.) Hazretleri işte bu bilince ulaşılması gerekliliğini debir davetle sesleniyor.
Kurb-u ferâiz bahtına, “Enel Hakk” diyenler gelsin
Fenâfillâh bilincini yaşamına geçiren sâlik, Cem makamı bilincine ulaşır ki bu makam Hallâc-ı Mansûr’un “En-el Hakk” sözü ile özdeşleşmiştir. Kurb-u feraiz (farz olan yakîn olma bilinci) olarak da bilinen Cem makamını Allah’ın velileri, “Allah bu makamda sâlike vücudundan vücud giydirir” sözleriyle de anlatır. Hallac-ı Mansûr, “En-el Hakk” dediği için zamanın padişahı tarafından kafası kesilmesi emredilince, aynı zamanda mürşidi ve dayısı olan Cüneyd-î Bağdâdi Hazretleri’nin, “En-el Hakk demek şeriate aykırıdır, gel vazgeç bu sözünden yoksa başın kesilecek” uyarısı ve ricasına rağmen, “Ben desem susturacağım kendimi, ama ben demiyorum ki…” diyerek, bu sözünden geri durmamıştır. Aslında Hallâc-ı Mansûr bu sözü ile ulaştığı bilinç boyutunu, o bilinç boyutunda başka türlü göremediğini dile getirmiştir. Zât makamını tam anlamıyla zevk eden, yani bu bilinçle yaşayan bir sâlik dilinden Allah demeyi bıraksa dahi içinden Allah demeden duramaz, içi Allah der. Pir bu dize ile de En’el Hakk diyenlere, Cem makamı bilincine ulaşanlara da bir davette bulunuyor.
Kurb-u nevafil karabet, iştiyak olanlar gelsin
Cem makamı bilincinin ardından kurb-u nevafil olarak da adlandırılan Hazret-ül Cem makamı bilinç boyutu gelir ki kurbiyyet (yakînlik) bu makamda tamamlanır ve sâlik artık bu bilinç boyutunda “Ahmed” (Hz. Muhammed’in ehadiyyetini ifade eden ismi; Allah ve Muhammed’i kendinde toplamış kişi) ile tanışır. Diğer bir deyişle Hazret-ül Cem makamının bilincine ulaşan sâlik, Hz. Muhammed’in kemâlâtıyla yaşamaya başlar. Hazret-ül Cem makamında Ahmed ile tanışan sâlik, onun kemâlâtının karşısındaki eksikliğini görür ve o kemâlâta ulaşma isteği iştiyak eder.
Davud Yılmaz (k.s.) Hazretleri, yukarıda dizelerde anlatıldığı üzere Fenâfillâh bilincine ulaşıp, kurb-u feraiz olan Cem makamı bilincine ulaştıktan sonra kurb-u nevafil olan Hazret-ül Cem makamında Ahmed ile tanışıp, onun kemâlâtına ulaşmayı arzulayanlara da bir davette bulunuyor.
Ezeli ervahtan nasib alıp, belâ diyenler gelsin
Yukarıdaki dizelerde anlatılan bilinç seviyelerine ulaşıp, o bilinçle yaşayabilmek için öncelikle hüccetli bir Melâmî insan-ı kâmiline biat etmek; bunun için de Ezel-i ervah’ta[2] (Levh-i kalem; ruhlar bedene girmeden önceki zaman; halk arasında yaygın olarak bilinen anlatımı ile ruhların paylaşımı sırasında) bu durumun belirlenmiş olması gerekir. Allah, kullarıyla Ezel-i ervah’ta yaptığı, kulların da bizzât şâhitlik ettikleri toplantıda (elest bezmi) yapılan ilâhî sözleşme sırasında ruhlara, “Elestü bi rabbiküm; Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorar ve bütün ruhlar da: “Kaalü Belâ; Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” karşılığını verirler[3]. Pir, bu dizede Ezel-i ervah’ta “Kaalü bela” diyenlere de bir davetle sesleniyor.
Namusu arı bırakıp, benliğinden geçenler gelsin
Tüm fiillerin, sıfatların ve vücutların Hakk’a ait olduğu bilincine ulaşıp (Fenâfillâh bilinci), nereye baksa Hakk’tan başka görmeyen (Kurb-u feraiz; Cem makamı bilinci) ve ardından Ahmed’in kemâlâtı ile tanışan (Kurb-u nevafil; Hazret-ül Cem makamı) bir sâlikte ar, namus gibi “kayıtlı” kavramlar kalmaz; önceki kimliğinden, benliğinden hiç bir şey kalmaz. Bu bilince ulaşan bir sâlik herşeye, her oluşa farklı bir bilinçle, kemâlâtla bakar ki bu bilinçte Hakk’tan başka, Ahmed’in kemâlâtından başka mevcut bir şey yoktur. Pir, bu bilince ulaşanlara da yine aynı davetle sesleniyor.
Varlığını talan edip, Hakk varlığı giyenler gelsin
Hakikat boyutunda, bir kişinin varlığı; onun fiilleridir; hayatı, ilmi, kuvveti, kudreti, iradesi, görmesi, işitmesi ve kelâmı, yani sıfatlarıdır. Bir kişinin varlığı, aynı zamanda vücududur. İşte Fenâfillâh bilincine ulaşabilmenin yegâne koşulu, kişinin varlığının; fiillerinin, sıfatlarının ve vücudunun kendisine ait olmayıp, ancak Hakk’a ait olduğu bilincine yükselmesidir (varlığını talan etmesi). Tüm fiillerin, sıfatların ve vücudların Hakk’a ait olduğu bilincine ulaşmadan Hakk’ın varlığını giymek (Cem makamı bilincine ulaşmak) mümkün değildir. İşte tüm bunları talan edip, Hakk varlığını giyenlere yani Cem makamı bilincine ulaşanlara da aynı davetle sesleniyor.
Mukarrabîn namın alıp, halkı zahir görenler gelsin
“Varlığını talan edip, Hakk varlığını giyenler”, diğer bir deyişle Cem makamı bilincine ulaşanlar, ebrar mertebesinden mukarrebîn mertebesine geçerler. Mukarrebîn mertebesi, Beyazid-i Bestami Hazretleri’nin “Otuz yıldır Hakk’la konuşurdum; beni halkla konuşur zannederlerdi.” sözü ile ifade ettiği Hazret-ül Cem makamı bilincidir.
İlahinin bu dizesine kadar olan bölüme bakıldığında Pir’in mukarrebîn mertebesine ulaşabilmek için yaşama geçirilmesi gereken makam bilinçlerini anlattığı görülür: Tüm fiillerin Hakk’a ait olduğu (Ef’âl makamı); tüm sıfatların Hakk’a ait olduğu (Sıfat makamı) ve tüm vücutların Hakk’a ait olduğu bilincine ulaşıp, varlığını Hakk’ın varlığında yok (talan) ederek (Zât makamı), “Mutu kable ente mutu-Ölmeden önce ölünüz” hadis-i şerifinin anlamının yaşama geçirilmesi ile birlikte “En-el Hakk” bilincine (Cem makamı) ulaşılması (Hakk’ın vücudundan vücut giydirmesi) ve mukarrebîn mertebesi (Hazret-ül Cem makamı) bilincine ulaşılması.
Pir bu dizesiyle de mukarrebîn mertebesine ulaşanlara da aynı davette bulunuyor.
Gözden perdeyi kaldırıp, Muhammedî olan gelsin
Muhammed’in dininin özü; Fenâfillâh bilincine ulaşıp, bu bilinçle yaşayarak, Ahmed’le tanışmaktır[4]. Hazret-ül Cem makamı bilincine ulaşan sâlik, Allah’tan başka mevcut bir şey olmadığı bilincine ulaşıp (Fenâfillâh olup), Ahmed’in kemâlâtı ile tanışır. Pir’in deyişiyle Muhammedî olur. Bu bilinçteki sâlikin ne mezhebi ne meşrebi ne arı ne namusu ne malı ne mülkü kalır. Artık o sâlik sadece Muhammedî’dir; her şeye, her oluşa bu bilinçle bakar. Sâlikin ulaştığı bu bilinç, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir[5]…” ve “Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur[6]…” ayetlerinin hakikatinin yaşama geçirildiği yerdir. Pir, Muhammedî bilince ulaşanlara da aynı davette bulunuyor.
Nübüvvete vasıl olup, gerçek şeriatı bilen gelsin
Tevhid makamlarının altıncısı olan Cemm-ül Cem makamı bilinci, nübüvvet bilincidir. Bu bilince ulaşan sâlik, gerçek şeriati bilir. Gerçek şeriat, ayette de[7] işaret edildiği gibi Melâmî insan-ı kâmilinin sözünü, dolayısıyla Hakk’ın emrini yerine getirmektir. Pir, evveli ahiri zahiri batını birleyip her fiilde faal olma zevkine yani cemmulcem makamı zevkine ulaşılması gerekliliğini davetinde belirtiyor.
Her fiilde fail olup, abes bir şey görmeyen gelsin
Hazret-ül Cem makamı bilincini yaşamına geçirip, Muhammedî olan ve ardından Cemm-ül Cem makamı bilincini yaşamına geçirip, nübüvvet mertebesine ulaşan sâlik, her oluşu, “Her fiilde fail benim” bakış açısıyla izler ve bu bakış açısıyla yaşamını sürdürür. Bu nedenle nübüvvet makamında, her fiilde faal olanı bilen ve bu bilinçle yaşayan sâlik için abes (boş, gereksiz) hiçbir şey yoktur.
Bugün Ahmed ben olmuşum, Hakk’a iman eden gelsin
Ahmed, Hz. Muhammed’in ehadiyyetini simgeleyen bir ismi olup, hakikat boyutunda, “Allah ve Muhammed’i kendinde toplamış kişi” anlamında kullanılır. Pir, “Bugün Ahmed ben olmuşum” sözleriyle Allah’ı ve Muhammed’i kendisinde topladığını ve bu bilinçte olduğunu belirtirken, Allah’a tam anlamıyla iman etmemiş birisinin Ahmed’e ulaşmasının da sözkonusu olmadığını işaret etmektedir. Tam anlamıyla iman etmek, ancak hiçbir şeyi abes görmemekle mümkündür. Bu iman diğer bir deyişle fiili iman,ef’âli, sıfatı ve zatı Hakk’a bezletmekle başlayıp, Cemm-ül cem makamının bilincinin yaşama geçirilmesi ile tamamlanır.
Peygambere itaat eden (iman eden), Allah’a iman etmiş olur[8]; peygamberi gören (muhammedi kemâlâta ulaşmış ve bu kemâlâtla yaşayan Melâmî insan-ı kâmilinin hakikatte kim olduğu bilincine ulaşan), Allah’a iman etmiş olur.
“Bugün Ahmed ben olmuşum, Hakk’a iman eden gelsin” dizesinin anlamı ile bir anlamda tüm tevhid ayetlerini özetleyen Pir, Hakk’a iman edenlere de aynı davetle sesleniyor.
Tazeleyip imanını, taklit imana kanmayan gelsin
Sâlik, Cemm-ül cem makamı bilincine kadar insan-ı kâmile tüm fiillerin, sıfatların ve vücudun Hakk’a ait olduğu bilincini yaşamına geçireceğine dair zahiri ve batınî olarak 6 kez söz verir. Bekâ makamlarında da Muhammedî kemâlâtla, yani Ahmed’le tanışan sâlikte Nisa suresi 79. ve 80. ayetlerinin anlamı açılır ki bu duruma ulaşan sâlik insan-ı kâmilin hakikatini bilir. Bu bilince ulaşan sâlik, tüm fiillerini, sıfatlarını ve vücudunu O’nun emrini yerine getirmek için kullanır. İnsan-ı kâmilin emri, sâlikin makam bilinci ile yaşaması, yani “abes bir şey görmeyerek” yaşamasıdır. Eğer sâlik, Cemm-ül Cem makamı bilincine ulaştığı halde abes bir şey görüyorsa Hakk’ın emrini yerine getirmiyor demektir[9]. Bir başka deyişle hala taklidi imandan kurtulup hakiki imana geçememiş demektir.
Fenâ makamları bilinci bir sâlikte tam anlamıyla oluşmamışsa, sâlik bu bilinci yaşamına tam anlamıyla geçirememişse (iman etmemişse) Bekâ makamlarının bilincinin yaşama geçirilmesinde de bir eksiklik sözkonusu olur. Ortaya çıkan iman, bir anlamda taklidîdir, tam değildir.
İmanın tazelenmesi; Fenâfillâh bilincinde, “Allah’tan başka mevcut bir şey olmadığı” bilincine ulaşan (iman eden) sâlikin, Hazret-ül Cem makamında, insan-ı kâmilin hakikatine ulaşıp, yukarıda sözedilen ayetleri[10] yaşamına geçirebilecek bilince ulaşmasıdır ki tam anlamıyla iman bu makamda ortaya çıkar.
Allah’ın velileri biat ritüeli sırasında insan-ı kâmilin önünde diz çökmeyi birinci secde; Hazret-ül Cem makamında da Muhammedî bilincin önünde diz çökmeyi (bu bilinci tam manasıyla yaşama geçirip, iman etmeyi) ikinci secde ifadesiyle sembolize ederek, anlatırlar.
Pir, “Tazeleyip imanı, taklit imana kanmayan gelsin” dizesiyle makam bilinçlerinin yaşama geçirilmesindeki güçlükler ile ilgili bir nevi uyarıda bulunarak, taklidî imana düşüldüğünde tanınan opsiyonu açıklamaktadır. Taklidi imandan tam manasıyla kurtulunmadıgında Hazret-ül Cem makamındaki ikinci secdede (yani mürşidinin kuracağı çadıra girmeme durumu) salikin zorlanabileceğini bu davette üstü kapalı olarak anlatılmıştır.
Hep cümle âlemin halkı, isterim mahrum kalmasın
Hepsi şâduman olsun, canları tevhid ile dolsun
Bu bir dâd-ı Hakk’tır bilin, nerde bulursanız alın
Fıtrâtları gereği kimi sâlik mukarrebîn mertebesinde tevhid makamlarını yaşamına geçirirken kimi sâlik de mukarrêbin mertebesine ulaşamayabilir. Diğer bir deyişle Ahmed’i göremez, ama görürcesine yaşar. Pir, Ledün ilminin Hakk’ın bir lütfu (dad-ı Hakk) olduğunu; bu lütfu kim nerede bulursa oradan alması gerektiğini vurgulayarak, fıtrâtları gereği mukarrebîn bilincine ulaşamayan, ancak insan-ı kâmilin her emrini yerine getiren (Amel-i bin salih) sâliklerin de tevhid bilincine ulaşabilmeleri konusundaki dileğini dile getirirken, Hakk’ın merhametinin ve lütfûnun sınırsızlığını da göstermektedir.
Davud söyler sanırsın, Hakk sesidir, duyan duysun
Pir, bu ilahisinde tevhid makamlarını açıklayarak, her dizenin sonunda sâlike bir davette bulundu ki bu son dizelerde de anlaşıldığı üzere davet edilen yer, Ahmed ile sembolize edilen bilinç boyutudur; kemâlâttır. “Davud söyler sanırsın, Hakk sesidir” ifadesiyle ulaşılacak bilinç boyutunda aslında Pir’in; insan-ı kâmilin, mürşidin kimliğini de açıkça ifade etmektedir.
Ahmed’e ulaşmak, ancak bir Melâmi insan-ı kâmili ile mümkündür. İnsan-ı kâmilin işi taleb edene Ahmed’i tanıtmaktır. Sâlik Ahmed’i tanıdığında mürşidinin de gerçek kimliğini tanır. Bu bilinçte onun için Ahmed’ten başka bir şey yoktur. Pir, “Davud söyler sanırsın, Hakk sesidir” diyerek ulaşılacak bilinci açıkça ortaya koymaktadır.
Ehadiyet yetim malı, Muhammed’den hüccet olsun
Burda söz yoktur kimseye, bu öğütten alan alsın
Daimi namaz farz olmuş, sinesinde kılan kılsın
Pir burada bu ilahiye ulaşıp, bu dizeleri okuyanlara bir öğütte bulunmaktadır: Bir gün, “Ben mürşidim” deyip, ilahilerini şerh edecek birisi olursa, o şerh edenin hakikatinin aslında kendisi yani “Pir” olduğuna işaret etmektedir. Ancak burada “Ehadiyyet yetim malı, Muhammed’de hüccet olsun” sözüyle de bu duruma bir şerh koyarak; o mürşidin ehaddiyyet makamına ulaşmış bir Melâmi insan-ı kâmil olması gerektiğini ve kaynağı Hz. Muhammed’e uzanan hüccet silsilesinden alınmış bir belge (hüccet) sahibi olması gerektiğini açıkça vurgulamaktadır.
Pir, “Daimi namaz farz olmuş, sinesinde kılan kılsın” dizesiyle sâlike, daimi namazın farz olduğu konusunda da bir bildirimde bulunmaktadır. Ahmed’i tanıyan bir sâliğin bilincinde Ahmed’ten başka bir şey olmaz. İşte bu noktada o sâlik için daimi namaz başlamıştır. Ancak, Allah’ı mevcutlaştırmadan Ahmed’i görmenin imkân ve ihtimâli yoktur. Melâmi’nin Allah’ı da mevcuttur, peygamberi de[11]. Diğer bir deyişle mevcut olan, kemâlâttır[12]; Muhammedî kemâlâttır. Kemâlâtın şekli olmaz, ancak mevcuttur. “Allah vardı ve onunla birlikte hiçbir şey yoktu.[13]”hadis-i şerifinde de işaret edildiği üzere Allah zamandan ve mekândan münezzehtir[14]. Allah, ancak makamlarla bilinir. Dolayısıyla, mevhumu olan, Melâmî olamaz[15]. Allah mevcutlaştırılmadığı takdirde Kur’an ayetleri de mevhumlaşır (buharlaşır).
Mekândan münezzeh (tenzih edilmiş; kusur ve noksanlıklardan uzak, hiçbir şeye muhtay olmayan, kötülükten, kusurdan ve noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen) olan, ancak zevkinde mevcutlaştırılabilir. Zevkinde Allah’ı mevcutlaştırmak, tüm fiillerin, sıfatların ve vücudun Allah’a ait olduğu makam bilinci ile tüm fiilleri, sıfatları ve vücutları seyredebilmekle mümkündür. Allah’tan başka mevcut bir şey olmadığı bilincine ulaşıldığında abes görecek bir şey de kalmayacaktır. Zaman ve mekan gibi kavramlar da kalmayacaktır. Bunun için de mutlaka ilmini Ahmed’ten almış, hüccetli bir ehadi seyir Melâmî insan-ı kâmiline biat edip, onun rehberliğinde makam bilinçlerini yaşama geçirmek gerekir. Bu gerekliliği Allah’ın velileri de “Pir’i olmayanın Allah’ı olmaz[16].”diyerek dile getirmişlerdir.
[2] Araf 172
[3] Araf 172
[4] Ümit Bulut, “Peygamber Efendimizin Dininin Özü”, Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler, İzmir, 2012, s.66
[5] Nisa 79
[6] Nisa 80 (Ey insanoğlu!) sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir. Ey Muhammed! Biırz seni bütün insanlara bir elçi olarak gönderdik. Buna şahit olarak da Allah yeter.
Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.
[7] Nisa 80
[8] Nisa 80
[9] Nisa 79/80
[10] Nisa 80
[11] Ümit Bulut, “Kelime-i Şehadet”, Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler, İzmir, 2012, s.53-54
[12] Ümit Bulut, “Aşk ve Akıl”, Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler, İzmir, 2012, s. 135
[13] Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed’u’l-Halk 1, Tevhid 22
[14] En’am 12, Şurâ 11, Secde 5
[15] Ümit Bulut, “Kelime-i Şehadet”, Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler, İzmir, 2012, s. 54
[16] [16] Ümit Bulut, “Kelime-i Şehadet”, Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler, İzmir, 2012, s. 57