Ümit Bulut Efendi Makaleleri

ALLAH BİR KULUNU SEVDİ Mİ

Allah bir kulunu sevdi mi ona bela yağdırmaya başlar; adeta feleği şaşırır, ne olduğunu anlamaz o belaya uğrayan. Aklına hayaline gelmeyecek yerlerde, birdenbire bütün işleri ters gitmeye başlar. Mesela iflas eder, gider elinde ne varsa; işi, parası, malı, mülkü… Bunları yaşarken çok zorlanır, bilemez ki o an o dert, çok büyük bir derman aslında. Her kaybettiğinin, her iflas edişinin sonsuzluk kapısını açtığını bilemez. Oysaki Allah onu kendine ayırmıştır; her tarafını çepeçevre belaya sarar; kıpırdayacak, gidecek yeri kalmaz. O iflas, o kaybediş, o batış, o dert onu bir arayışa sokar. Belki inancı da yoktur o kişinin ama Allah onu kendine ayırdıysa çekmesini bilir. Aramaya başlar; Allah’ı aradığını da bilmez. Nerede bulacak Allah’ı? Göklerde olsa melekler bulurdu; yerde olsa insanlar bulurdu. İşte onun aradığı, velilerin gönlünde! Bu arayış, onu bir yerlere yönlendirmeye başlar ve o aradığını, veliyi, bulduğu zaman rahat etmeye, dinginleşmeye başlar. Bu arayışta Allah’ı bulamazsınız, ancak sizi ona götürebilecek bir rehbere ulaşabilirsiniz. Eğer hüccetli bir Melâmî insan-ı kâmili bulursanız o size rehberlik eder; size bu dertlerin aslında bir derman olduğunu, bu iflasın aslında sonsuzluk kapılarını açtığını, bu ateşten nasıl kurtulacağınızı anlatır. Bela gelmeden, böyle bir kurtuluş olduğunu bilebilmenin imkân ve ihtimali yoktur.

İşte sözettiğimiz bu arayışta, gelirsiniz –ezeli ervah’ta bellidir zaten– hüccetli bir Melâmî insan-ı kâmili bulursunuz; biat edersiniz. O rehber (mürşid-i kâmil, insan-ı kâmil), size, ‘sizi’ bildirmeye başlar. Melâmî’nin şekli yoktur, ama biat edişte bir şekil, bir ritüel vardır: İnsan-ı kâmil seccadeyi açar; kıble tarafına oturur ve siz de normal namaz kılar gibi karşısına oturursunuz el ele, diz dize ve ona biat edersiniz; size zikrinizi, dersinizi verir. İnsan-ı kâmil bu şekilde, “Zahir kıble Mekke’de, ama senin bâtın kıblen bundan sonra insan-ı kâmil!” demiş olur. Sizin döneceğiniz yer, artık insan-ı kâmildir, mürşidinizdir. Melâmî insan-ı kâmiline gelinceye kadar yaptığınız, yaşadığınız her şey sizin cüzî aklınız ile yaptıklarınızdır. Artık o size, o aklı bırakmanız gerektiğini, küllî akla dönmeniz gerektiğini verdiği zikirle anlatmaya başlar. Bu sözle de olmaz, anlatmakla da olmaz; tatmak gerekir. Zikir, ancak o tadışa yaklaştırır. İnsan-ı kâmil biatla size der ki: “Ortada Allah’tan başka bir şey yok! Ne biliyorsanız ne görüyorsanız sizin zannınız!”  İlk zikrinizi verir size: “Lâ Fâile İllâllah; Her Fiilde Faal Allah!” İşte burada akıl biter; burası tüm zıtların üstünde olan bir yerdir. Buraya matematik, kimya, fizik, astroloji, aklınıza gelebilecek hiçbir ilim girmez; burada ilm-i ledün başlar.

İlm-i ledün; “bilincinizde, aklınızda, beyninizde, içinizde Allah’tan başka ne varsa ne biliyorsanız onları silmek” demektir. O silme işlemi daha ilk derste (Ef’al Makamı), “Lâ Fâile İllâllah; Her Fiilde Faal Allah!” zikri ile başlar. Sonra ikinci ders (Sıfat Makamı) gelir. İnsan yedi tane sıfattan oluşuyor: Görüyorsunuz (basar), duyuyorsunuz (semî), konuşuyorsunuz (kelam)… Bunları bir kuvvetle, gayretle (irade) yapıyorsunuz –ki her şeyi cüzî iradeyle yapıyorsunuz-; bunlar için de canlı (hayat) olmanız gerekiyor ve bunları da ilimle (ilim) yapıyorsunuz. Çay demlemek bile bir ilimdir. Öğretmen olabilirsiniz, oto tamircisi olabilirsiniz, bilimadamı olabilirsiniz… Hepsi ilimdir; ilm-i ledün değil!  İşte bu ikinci ders (Sıfat Makamı): “Lâ Mevsufe İllâllah: Bu sıfatlarda, bu mevsuflarda da faal olan, Allah!” der. Bu dersten sonra da (Zât Makamı): “Lâ Mevcude İllâllah; bu vücutta da faal olan, Allah!” der. Bu dersler, Fenâ makamlarıdır. Hayalinizde büyük bir portakal sıkacağının içine İzmir’i koyun, Ankara’yı koyun, Türkiye’yi koyun, dünyayı koyun, güneş sistemini koyun, ne varsa aklınızda koyun. Sıkın.  Üç damla çıkar: Ef’âl, Sıfat ve Zât; Fiiller, Sıfatlar ve Vücut! Çünkü Allah mazharından görünür; sıfatlarıyla süsler, ef’âlinden işler. İşte bu üç dersi idrak edip, hayatınıza geçirdiğiniz zaman fenâfillah olabiliyorsunuz.

Fenâfillah olabilmek; yani bu makamların verdiği bilinci hayatınıza geçirip, öyle yaşamak için bir insan-ı kâmil bulmanız ve o insan-ı kâmilin de hüccetli olması gerekir. Nasıl doktorun bir diploması, avukatın bir diploması varsa insan-ı kâmiller için de bir diploma (hüccet) gerekir.  Aslında artık 21. yüzyılda insanların ulaşmış oldukları bilinçle insan-ı kâmilin hüccetini sormaları gerekir. Hüccetli olmazsa olmaz; ilâhi aşkın zuhur edebilmesi için hüccet gerekir. Aslında insanı dönüştüren insan-ı kâmilin sohbetleri değil; onun varlığıdır, ondan çıkan feyzdir. O feyz, hüccetli olmayanda olmaz. Hücceti olmayan mürşitte ilim olur ve ancak ilim mürşidi yetiştirebilir; insana dönüştürebilmesi söz konusu değildir. Herkesin ab-ı hayatı için bu hüccet ve şecere meselesine dikkat etmesi gerekir.

Fenâfillah bilincini hayatınıza geçirebilmek için ilk olarak, hüccetli bir Melâmî insan-ı kâmili bulup biat edeceksiniz. İkincisi, abdestsiz ayağınızı yere basmayacaksınız. Üçüncüsü, mümkün mertebe namazlarınızı kılacaksınız. Dördüncüsü, tâbi olduğunuz insan-ı kâmilin sohbetlerine devam edeceksiniz. Çünkü, doğuş bu muhabbetlerde. İşte bilincin yükselişi böyle başlayacak ve bunun öyle güzel bir tadı var ki… İnanılmaz bir tat!